Vakit Geldi!
Zaman üzerine konuşmak, hayatın tam da kalbine dokunmaktır. Çünkü zaman; yalnızca bir akış, bir ölçü değil, varoluşla birlikte anlam kazanan bir emanettir. Bu ay dosya konumuzda vakit şuurunu merkeze alıyoruz. Zira bir çağın yıkımı da yeniden dirilişi de vakti nasıl kullandığımızla doğrudan ilgilidir.
Modern zamanlar bize zamanı yönetmeyi, programlamayı, verimlilik adına dakikaları sıkıştırmayı öğretti. Ama asıl kaybettiğimiz şeyin “vakit” olduğunu fark edemedik. Zira vakit, sadece saatlerle ölçülen bir şey değildir. O bir şuurdur, bir kulluk ahlâkıdır, bir insanlık ölçüsüdür. Namaz vakitleriyle şekillenen toplum düzeni; ezanla uyanan, güneşle duran, yatsıyla durulan bir hayat ritmi, aslında kaybettiğimiz iç ahengin ta kendisidir.
“Zaman kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.” veciz ifadesi, yalnızca şahsi disiplin çağrısı değil; toplum için bir farkındalık ikazıdır. Ezanî vakitle yaşamak, vaktin ruhuna kulak vermek, günü verimli değil bereketli geçirmek… İşte bu dosyada arayacağımız temel damar budur.
Bugün dijital vakitsizlik çağında yaşıyoruz. Bildirimlerle bölünen dikkatimiz, hızın yuttuğu huzurumuz var. Saat her yerde, ama vakit duygusu yok. “Zamanı yönetmek mi, zamanla uyum içinde yaşamak mı?” sorusu, artık bir kişisel gelişim klişesi değil, hayati bir karar meselesidir.
Zamanın kutsal hâle geldiği medeniyetler, vakti ilâhî bir nizamla okumuşlardır. Ezanla anlam bulan saatler, vakitleri yalnızca anları işaretleyen değil; hayatı kuşatan, insanı terbiye eden işaretler olarak görmüştür. Hicrî takvim bu yüzden yalnızca bir tarih çizelgesi değil, kul ile Rabbi arasındaki manevi bağın zaman üzerindeki iz düşümüdür. Bu bağın kopması, sadece bir kültürün değil; bir hissediş biçiminin de kaybıdır.
Namaz vakitleriyle şekillenen zaman anlayışı, sadece ferdi bir ibadet düzeni kurmaz; topluma da bir ritim, bir ölçü ve bir ahenk kazandırır Bu da başlı başına bir medeniyet ölçüsüdür. Gündelik hayatta “vakitlice davranmak” yalnızca dakiklik değil; güvenilirlik, öz disiplin ve edep demektir.
Mekânlar da zamanla konuşur. Bir sabah odası, bir ikindi bahçesi, vaktiyle dolmuş bir sokak, insana sadece geçmişi değil, zamanı nasıl yaşadığını da hatırlatır. Oysa bugün her şey anlık, geçici, uçucu. Kalıcı olanı yeniden hatırlamanın yolu, vakti yeniden okumaktan geçiyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ironik göndermeleri, bir toplumun vakitsizliğe ve düzene duyduğu çelişik arayışı belki de bugünü anlamak için yeniden düşünülmeli.
Dosyamızda vaktin hem fıkhî boyutuna, hem kültürel izdüşümlerine, hem de çağdaş insanın vakitle kurduğu kırılgan ilişkiye temas etmeye çalıştık. Hicrî takvimin ruhi yönünden, “ikindi bahçesi”nin edebî hatırasına; saatleri ayarlama zihniyetinden, ibadetle şekillenen vakit şuuruna kadar çok yönlü bir okumaya kapı aralıyoruz.
Unutmayalım ki, vakit öldürülmez; ihmal edilirse insanı içten içe eksiltir. Geçip giden zaman değil, boşa düşen hayat olur.
Bu dosya vesilesiyle soruyoruz: Gerçekten vaktimiz var mı? Yoksa sadece zamanı sayan birer saat miyiz?
Haydi, “vakit geldi” diyelim ve birlikte düşünelim.